Runa Simi
“İnsan düşünürken, bilincin, düşünme sürecinin işletilmesine katkısı nedir? Düşünme süreci başlatıldığında, ulaşılacak sonuç belirlenmeksizin o sonuca nasıl ulaşılır? İçeriksizleşmiş teknik bir dilin yapısı, kendiliğinden yani o dili kullananın (bilincinin) etkisi olmadan insanı bir sonuca ulaştırabilir mi?”“Düşünme sürecine bilinçli olarak gerçekleştirilen tek müdahale, ulaşılacak sonucun belirlenmesidir. Ulaşılacak sonuç belirlenmeden düşünme süreci başlatılamaz. Tıpkı aktarılacak anlam belirlenmeden aktarımın başlatılamaması gibi. Gerçekleşen işlem, ulaşılacak sonuç –biliniyor olup olmaması önemli olmaksızın– belirlendiği anda, ona göre konumlanan bir başlangıç noktasından başlatılır. Bilincin yaptığı tek katkı, o sonucu sıkıca tutmaktan ibarettir. Düşünceyi oraya ulaştıracak olan işlemin kurduğu bağlantılar, yaptığı geçişler, sıçramalar bilinçli olarak ortaya çıkmaz. Kısaca iki şey arasında kurulan bağlantı bilinç düzeyinde gerçekleştirilemez.”Yazarının ifadesiyle “zihnin iki şey arasında kurduğu bağlantıyı bilinç düzeyinde takibe odaklanmanın ürünü” olan kitap, dil-anlam-zihin arasındaki ilişkileri kurcalıyor ve alışılmadık bağlantılar kuruyor. Yazar, önceki çalışması bensenoğ’dan sonra bu kitapla, dilin zihnin işleyişine etkisi, sesle anlamın ilişkisi, anlamın aktarılması, anlamın karşılıklı birliği gibi konularda kendi terminolojisi kurarak düşünmeyi sürdürüyor.YAZARLA KİTABI ÜZERİNE“Dünya Türkçe konuşsaydı daha güzel olurdu”Söyleşi: Ali Düz, Ağustos 2008, s. 34-36.Hüseyin Rahmi Göktaş, 1978 doğumlu, dil ve zihin üzerine çok orijinal çalışmaları olan bir düşünür. Türkçenin kökenine ve gramerine ilişkin çok önemli buluşları var. Kurumsal dilbilgisini ve akademik kalıpları yıkan özgünlükte buluşlar. Rasim Özdenören, onun Wittgenstein ve Heidegger’den daha önemli bir düşünür olduğunu söylüyor. Göktaş’ın bensenoğ –türkçenin ruhu–runa simi –insan dili– adlarında iki kitabı var. Hüseyin Rahmi Göktaş’la kendisini, çalışmalarını tanımaya yönelik bir söyleşi yaptık. Meraklı ve kalıpların dışını sevenler için okurlar için…Sizi sıradan biri olarak görmediğimizi söyleyerek başlayalım önce, olmanızı da kesinlikle istemiyoruz. Çünkü onlardan milyonlarca var. Ama bu orijinallik biraz fazla değil mi?Aslında oradan nasıl görünüyorum bilmem ama ben yaptığım işlerde mümkün olduğu kadar kullanımda olan değerlerden hareket edip örneklendirmeye çalışıyorum. Yani benim kafamdaki kadar orijinal değil bu söylediklerim. Ortak bir dil kullanıyoruz ve ancak onunla anlaşıyoruz diye onun yapısına uygun şekli bu, bendeki gerçek hali değil. Sizin kafanızdaki nasıl? Kafamdaki… İşte sorun orada, onun dile aktarılmasında çıkan sorun yüzünden dille ilgilendim ben. Bir şeyler karaladım ilkin, sonra baktım bir sorun var. Düşünce dile aktarılırken fazlasıyla anlam yitiriyor. Nasıl bir gramatik yapıyla kuruluyor olursa olsun sorun çıkıyor. Ben anlatamayacağım dedim ve Türkçeyi açmaya başladım. Neler çıktı? İçimdeki anlamı aktarabilmek için bir şey elde edemesem de ilk planda, içimdeki anlamın farklılığına ilişkin kanaatim netleşti. Demek ki ben herkesin kabul ettiği anlaşma ortamına uygun olmayan bir şey barındırıyordum. “ve benim boynumdan olmayan bu şey nedir?” mısraı canlandı şimdi zihnimde. Ne demek istiyor mısra? Cümle içinde, cümlenin içinde olmayan bir anlama göndermede bulunuyor. Ur gibi bir şeyden söz ediyor, ur gibi bir anlamdan. Olumsuz değil tabi ama olumlu da değil. İşarete gelmeyen, işaret edilemeyen yani. Şiirle ifade buluyor sanki. Anlaşma ortamı sandığınız gibi herkesin uzlaştığı bir ortam olmayabiliyor. Yani herkes anlaşamamaktan şikayetçi. Bununla ilgili ne dersiniz? Arada kullanılan ortam bildiğimiz anlamda dil olsun ya da başka formlarda dil olsun fark etmez. Onun işi belli zaten, içeriksiz bir işlem kurmak. Cümle kurmak içeriksiz bir işlem kurmaktır diye düşünebiliriz. Fakat anlatılması istenen anlam, anlatılmaya çalışılan mevcut kurgularla ifade edilemiyorsa o zaman yaşanıyor benim sözünü ettiğim farklılık. Yani sizde bir anlam vardı ve bu cümlelerle ifade edilemiyordu, ya da bu gramerle, siz de ona, o anlama uygun yeni gramer mi oluşturmak zorunda kaldınız.Sadece bu değil tabi. Ama bu amaca da hizmet etti. Yazılarım redaksiyona girmeden önce okunamaz niteliktedir. Bir tek Rasim Abi ilk halini çok sever. Bakılınca çok bozuk bir cümle gibi görünüyor. Çünkü aktarılmak istenen anlamda sorun var. Bu cümlelerle düzleştirilemiyor. Fazla eğik.Ama bir bakıma da evet. Çünkü ben şimdiye kadar ne söylemişsem hepsi asıl söyleyeceğim şeyin zeminini oluşturmak içindir aynı zamanda.Nedir o asıl söyleyeceğiniz şey? Ne olduğunu bilsem hiç bu kadar uğraşmazdım. Doğrudan söylerdim. Ama dedim ya biraz fazla eğik. Sayılar geometrisiyle ilgili bir yorum yapılmıştı: “akıl bükülmesine sebep oluyor” diye. O bükülme gerçekleşmeden ben bile ne söyleyeceğimi bilemem. Hatta belki “İtaki”de geçtiği gibi günün birinde söylemek için ağzımı açtığımda onu söylemek için hazırlanan zeminden başka bir şey çıkmayacak ağzımdan. Akıl tutulmasını duymuştum ama akıl bükülmesini ilk kez duyuyorum. Nasıl bir bükülmeye neden oluyor sayılar geometrisi? Henüz yazılıp tamamlanmamış bir çalışma sayılar geometrisi. Ona çok girmeyelim fakat kısaca şunu söylüyor: sayılar düz olarak ilerliyor ve bu sayılarla yuvarlak olan eğri olan hiçbir şey ölçülemez. Ölçebilmek için sayıları eğmek gerekir. Oysa sayılar sıralı olarak ilerlerken düz olarak ilerler ve eğilemezler. Pi sayısıyla da ilgili sanırım bu söylediğiniz. Kısaca anlatabilir misiniz? Evet ilgili. Pi sayısının ucunun sonsuza gitmesinin nedeni, bu sayının bir çemberin çevresinin ölçümünün çapının ölçümüne bölünmesiyle elde edilmesi. Yani sonsuza uzanmasının nedeni çemberin çevresi farz edilen ölçümün düz sayılarla belirlenmiş olması. Yani hiçbir çember çevresi örneğin 55 gibi bir sayı olamaz. Çünkü bu sayılar düz ve bu sayıları bir yuvarlağın ölçümünde kullandığımızda (ki böyle bir şey olmaz), o yuvarlağı düz ölçmeye itiraz eden, tam anlamıyla yuvarlak bir sayıyla karşılarız; pi sayısıyla. Yani yuvarlağı düz olarak ölçünce orada oluşan boşluk pi sayısının sonsuza uzanmasıyla kapatılıyor. Bunu ne zaman yayımlatırsınız?Bensenoğ’un ikinci baskısı yapılacak İz Yayıncılık’tan. Ayrıca bensenoğ’da sözünü ettiğim ikinci kitap da eklenerek birleştirilecek, adı bensenoğ + (bensenoğ artı) olacak. O kitaba ek olarak sayılar geometrisini koyacağız. İşte benim asıl konuşmak istediğim yere geldik. Bensenoğ ve Türkçe konusu. Ben runasimi’yi de okudum ama henüz ondan konuşacak kadar anlamış değilim. Ama bense’u belli oranda anladığımı söyleyebilirim. Kitapta söyleyeceğinizi söylediniz. Ben genel olarak Türkçeyle ilgili ne düşünüyorsunuz diye sormak istiyorum. Türkçe nasıl bir dil? Türkçe; seslere, doğal olarak gelmeleri gereken anlama çok yakın anlam karşılıkları verilmiş olan özel bir dil. Yani sistematik yapısına geçmeden önce, seslerle, seslerin zaten çok yakın olarak hissettirdiği anlamların uyumlu karşılıklar oluşturduğu bir dil. Yani doğadaki sesler ya da hayvanların çıkardığı sesler Türkçe konuşan birinin ağzından taklit edildiğinde bunun bir anlamı var hissini güçlü bir şekilde uyandıran bir dil.Sistematik yapısına geçersek? Sistematik, kelimenin ve cümlenin oluşumu aşamasında nasıl bir sistemle kurulduğu konusu. Birbirine boğumsuz olarak doğrudan eklenen seslerle oluşan kelimelerde her bir sesin bir anlamının olması ve kelime içinde geldiği yere göre kelimeye eklenmesiyle oluşan bir sistemi var. Bu kelimelerin mutlak bir sınırla ve “başka türlü söylenemez, bozuk olur” dedirten bir cümle kalıbı yok Türkçenin. Bu çok önemli bir özellik. Yani cümlenin tüm elemanlarının yerleri değiştirilerek yine anlamlı bir cümle oluşturulabiliyor. Özne yüklem nesne dizilimi yok. Anlam nasıl kurmayı doğru görürse öyle kurulabilir cümle. Yani ali topu at, topu at ali, at topu ali, ali at topu gibi mi? Evet aynen öyle. Cümleler arasındaki anlam farkını görüyorsunuz.Küçük fark ama bunu önemsediğinize göre burada önemli bir şey olmalı. Nedir o? Anlamı önceden belirlenmiş katı kalıplara hapsetmek zorunda değilsiniz eğer Türkçe konuşuyorsanız. Farklı bir anlamınız varsa, cümleyi farklı şekilde kurmayı gerektiren eğik bir anlam varsa içinizde, Türkçe bunun ifadesi için yeter hatta öyle bir anlam yoksa Türkçe bunu sizin içinizde oluşturmaya da güç yetirir. Yani Türklerle ilgili söylenen olumlu özellikler Türkçenin özellikleridir. Başka bir dilde anlamı bu kadar güvenilir bir şekilde farklılaştıramazsınız. Yani “ali topu at” diyor cümle, amaç belli. Fakat bunun farklı şekillerde söylenebiliyor oluşu, küçük bile olsa öyle bir farklı bakışı görebilme imkanı sunuyor. Aynı amacı farklı şekillerde söyleyebiliyor dayatmacı değil yani özgürleştiriyor. Yani İngilizcenin yerinde Türkçe olsaydı kullanım genişliği anlamında başka bir dünyada mı yaşıyor olurduk? Kesinlikle başka bir yer olurdu ve bu iyi, güzel bir başkalık olurdu. Tabii ben gidip başka ülkelerde Türkçe okulları açılsın filan demiyorum. O siyasetle ve banknotla ilgili bir olay. Söylemek istediğim Türkçe konuşan ve Türkçe düşünen insanlar, düşünmek için dışarıdan bir sisteme ihtiyaç duyup düşünme metotları ya da şekilleri öğrenmeye kalkmasın. Türkçe, sağlıklı bir düşünce için yeterli bir dildir. Köleleştirmez ve ucuz kalıplar oluşturmaz zihinde. Yani felsefe okumanın Türkçe düşünmek konusunda zararı olabilir mi?Sana ait olmayan ve dilin sistemiyle örtüşmeyen sorunlar üretebilir mesela. Felsefi terimlerin Türkçeleştirilmesi konusu iyi örnek olabilir burada. Felsefe diye bir şey var ve onun kullandığı terminoloji Türkçeleşirse Türkçe felsefe… Böyle bir şey olmaz, olamaz. Türkçenin öyle bir derdi var mı yok mu ona bakmak gerekir. Soyut-somut kelimelerinin Türkçede işi ne. Kelimeler, kullanıldıkları yerler filan umrumda değil. Fakat Türkçenin temel mantık sistemine aykırı bir şey var, düalizm var bu kelimelerde. Bu iki kelime yapışık olarak oluşturulmuş mesela. Fakat Türkçede örneği yok bunun. Sıcak-soğuk gibi kelimeler yapışık olarak doğmamış. Her birinin anlam kökeni farklı ve her biri meşruiyetini yani anlamını kendi kökünden alıyor. Soyut-somut gibi düalist mantığın ürünü olan kelimelerle felsefe yapılmış olsa ne olmasa ne. Temelinde sorun var. Yani Türkçede başka bir düşünce sistemi var ve çok değerli. Ölmeden önce kavranması gereken şeylerden.Neden? Ahirette de mi Türkçe konuşacağız? Onu bilmiyorum fakat bir de Türkçe penceresinden dünyaya bakmadan gitmek gerçek bir kayıptır. Türkçe düşünce, Türkçe şiir, Türkçe müzik, bunların hepsi yeniden keşfedilmesi gerek şeyler. Yeniden üretilmesi gereken.Türkçe şiiri biliyoruz. Türkçe, şiir alanında çok verimli, bereketli. Düşünceyi şimdi siz açıkladınız fakat Türkçe müzik nedir, nasıl olur? Ben yıllardır Türkçe müzik dinlemek istiyorum. Türkçe müzik değil tabii “Türkçe” müzik. Türkçenin seslerinden, seslerinin yapısından ve aralarındaki sistemik ilişkiden beslenen bir müzik. Türkülerden söz etmiyorum. Bugünün Türkçesiyle oluşmuş müzikten söz ediyorum. Fakat beni hep hayal kırıklığına uğrattılar. Barış Manço’nunkiler gibi ama daha üst seviyede bir samimiyetle. Replikas’tan ümitliydim ama artık değilim.Böyle bir müziği yapabilmek için sistemi tamamen çözmüş olmak mı gerekir? Ona gerek yok. Hem de hiç. Sadece müzikle uğraşanlar gerçek Türk şiiriyle, iyi şairlerle ilişki içine geçsinler, önce bu gerekli.Ne tür müzikler dinliyorsunuz peki?Klasik müzik dinleyemiyorum. Batı klasiği, çok steril çünkü. Bir tür dinliyor gibi algılanmasın ama Ben Harper, Calexico, Manu Chao gibi isimler vereyim. Hepsini müziği için dinliyor değilim bu arada. Manu Chao’yu samimiyetine binaen dinlerim mesela.Fakat ben sizi sadece samimiyetinize binaen dinliyor değilim. Bunu bilmenizi özellikte istedim.“Korkmayın Türkçeye bir şey olmaz!”Çocukluğundan biraz bahseder misin, nasıl biriydin, arkadaşların derslerin?..Annem benim çocukluğumu seviyor, sakin ve zararsız bir çocukmuşum. Sakin olduğumu ben de anlardım, olup biten olayları herkes gibi hemen kavramazdım. Başka bir anlamı daha olmalı, bunu bu anladığım şeyi söylüyor olamaz, diye düşünürdüm. Biraz geç anlayan izlenimim vardı. Anneme bir arkadaşı beni bir doktora götürmekten söz etmiş, geç anladığımı düşünmüş herhalde. Dersler konusunda da aynı gibi. İlkokul öğretmenimi sevmezdim. Bunu anlatıyor olamaz diye çok düşünmüşümdür. Yani eğer hemencecik anladığım şeyi hatta anlatmasına gerek kalmadan zaten bildiğim şeyi anlatıyor olamaz diye yüceltmeye çalıştımsa da sonradan anladım ki meğer onları anlatıyormuş. Ben de dersleri önemsemedim doğal olarak. Matematik hariç.Matematik neden hariç? Orada anlam yoktu, sadece işlem vardı. Oyun gibiydi çok keyifliydi.Arkadaşlarla aran nasıldı, kendi halinde biri miydin? Çocukluğum Niğde’de geçti. Kalabalık bir mahalle arkadaşlığı vardı. Spora çok uygun bir zihnim yoktur ama beni severlerdi ve oynamama izin verirlerdi. Bütün bunların yanında olabildiğince sıradan bir çocuk gibi görünmeme karşın kendi anlam dünyamdan ödün vermedim. Yani ne kadar sıradan görünürse insan o kadar farklılıklar yaşayabilir, hem de kimseyle uğraşmak zorunda kalmadan. Bunu farketmiştim. Hala sonradan tanıştığım kişiler benim gerçekte kim olduğumu yıllar sonra anlayabiliyor. Hiç o konularda düşünen biri gibi görünmediğimi söylüyorlar. Doğrudur.Neden öyle düşünülüyor, yani akademik bir yaklaşım, üslup görmedikleri için mi? Onların hangi nedenle öyle düşündüklerini çok önemsemiyorum. Bu benim için gerekli. Gerçek bir insan olarak kalmak, birileri tarafından kutsanmamak ya da müzeleştirilmemek için gerekli. Ayrıca dışarıya yansıyan kişiliğim (mesela senin zihnindeki) ne kadar belirgin tanımlara sığabiliyorsa, yönetilmeye o kadar uygun biri haline geliyorum. Bunu da kimse istemez, yani istememeli.Diyelim senin yaptıklarını anlamaya çalışan biri seni tanımak istiyor, seviyor tanımak istiyor, tanımlarını belirginleştirmek istiyor yani. Ama oysa sağlıklı iletişim için birbirimizin her şeyi zihnimizde net olmamalı. Mesela deniyor ki, dostun, hangi durumda her durumda nasıl davranacağından emin olduğun kişidir…Sağlıklı iletişim konusu bir fantazi. Ama biri gerçekten birini bir tanımla tanımlamak istiyorsa açıkçası o paketlemek istiyordur. Kendi önünde karşısındakini bir engel olarak görüyordur. Dostlukla ilgili söylediğin cümlede emin olmak geçiyor. Yani birinin bazı konularda ya da herhangi bir nasıl davranacağından emin olmak. Bu bilmek değil güvenmektir. Yanılabilirsin. Ama bilmekte diretirsen dost olamazsın.Çocukluğumda sıradan biriydim dedin, ve kendi anlam dünyamdan ödün vermeyen... O dönemde, yani ilkokul ortaokul, zihnini sürekli meşgul eden bir şey var mıydı? Ve içine girmekten kapılmaktan korktuğun bir şeyler…İçimdeki hiçbir şeyden korkamadım, zihnimdeki. Gerçek bir insan olarak kalmaktan söz etmiştim o galiba bunun da cevabı olabilir: İlk tuttuğum oruç bir yaz sonuna denk geliyordu. O gün akşam yaklaşırken, her yıl zamanı değişen Ramazan’ın bir daha ne zaman aynı güne denk geleceğini hesaplamıştım. Otuzlu yaşlarımda aynı günlerde oruçlu olacağımı işaretlemiştim. Ve o işaret, otuzlu yaşlarımda o çocuğu hatırlayıp hatırlamayacağımı denemek içindi. Ramazan geldi şimdi bir yaz sonuna. Hesap doğru yani. Bakıyorum o günden bu güne değişen hiçbir şey yok. Aynı kişi olarak sürüyorum. Ne kadar değişmiş olacağımın işaretiydi ve işareti koyarken de korkusuzdum. Yani bugün hatırlamasam bile sorun olmayacaktı o çocuk için hepsini göze alarak koyulmuş bir işaretti. Kızgınlık korku alınganlık yoktu, sürüp gidiyorum işte, ne çıkarsa yaşayarak.İnsanın gerçekten bir kendinin olması böyle bir şey sanırım. Ne çıkarsa yaşayarak ama…Önceden ayarlanmış kurgusal formlar gerçeğin çok dışındadır demiş olmayalım. Onları kuşatacak bir gerçeklik de var.Herkes bir şey kurmuş oluyor zaten onlar karşılaşıyor falan… Kurgusal olan da olmayan da karşılaşıp karışınca… gibi mi? Tam öyle değil benim kafamdaki: Daha üst bir gerçeklik düzeyindeyken daha altı için kurgusal bir form oluşturursun. Bu söyleşinin önceden ayarlanmış olması gibi. Fakat kendi hizanda kurgusal bir forma uymak ya o hizada kurgusal bir form kurmak, insanı gerçek insan olmaktan uzaklaştırır.Kendi hizamızı da zaten biliyor muyuz? Tahmin ederek savunma yapmak başka insanlara karşı, kurgusal hazırlıklarla. Gerçek olmuyor insan o zaman. Mesela bana çıkıp birinin içinde bulunduğum zorlukların Allah’ın bir imtihanı olduğunu söylemesinden haz duymam. Bir teskin cümlesi ise sorun yok fakat biz bunları yaşadık sıra sizde anlamındaysa o zaman kendisinin o anda benimle imtihan edildiği gerçeğini elinden kaçırmış oluyor karşımdaki, bana içinde bulunduğum durumun imtihan olduğunu söyleyerek.Evet, gençler, neler yaşandı, bu ne ki, sizde yaşayacaksınız deniyor ya. Niyetini hemen belli eden bir yaklaşım herhalde. İyiyse sorun yok tabii de. Evet, kendisinin de içinde bulunduğu sorumluluktan kaçmak için kurduğu kurnazca bir ifade, düzlemi kendi gerçekliği hizasında olan kurgusal bir form. Allah söyler onu, sizi imtihan ettik ya da edeceğiz diye…Okula dönelim. Okula ne kadar devam ettin? Orta birden terk ettim.Neden? Terk etme gerekçem yukarda derslerle ilgili yaklaşımımdır. Bu mu yani” diyen bir anlam derinliği içindeydim. Ben bir söz vererek gelmişim buraya ki zorlasam hatırlayacağım gibi bir hisle hissedebiliyorum gerçekliğini o sözün. Burada bana öğrettiklerine bak. Daha fazla dayanamadım. Hele ki İstanbul’a taşındık ve o da bahanesi oldu kurtulmamın.Nasıl bir söz? Elest bezmindeki sözden söz ediyorum.Hatırlanacak gerçeklikte değil tabi, ortam farkı yüzünden, ama o gerçeklikle kıyaslayınca ne kadar saçma bir kurgunun içinde yaşadığımız, bize nasıl bir saçmalık dayatıldığı daha iyi anlaşılır.Ailen nasıl karşıladı okulu bırakmanı. Hiçbir sorun olmadı, ama annem okumamı istemişti, kafamın çalıştığını biliyor öğretmen filan olabileceğimi düşünüyordu ama ısrar etmedi. O pişman olmuşsa da ben sonradan teskin ettim annemi.Okulu terk edince neyle uğraşmaya başladın. Daha orta birden terksin sonuçta ama, bir amaç belirlemiş miydin? Çeşitli işlerde çalıştım, hemen başladım sayılır. Bir amacım yoktu ne çıkarsa artık karşıma.O işlerle uğraşırken “bunlarla zaman kaybediyorum” gibi bir düşünce var mıydı. Bir de neler yaptın…O, arada, yaptığım bütün işlerde çok yoğun olmamakla birlikte hissettiğim birşeydi. Nasıl işler yaptığım sorusunu cevapsız bırakmak istiyorum, yukarda konuştuğumuz tanımlama alanına hizmet edeceğini düşündüğüm için. Fakat yakınımda olan herkes bilir gizli değil yani.Kitap okuyor muydun o zamanlar, çok okuyan biri miydin? Yedi yaşımdayken okumayı yeni öğrendiğimde evde babamın kitapları vardı. Hatırladığım sadece Necip Fazıl’ın “Kafiye” isimli bir şiiriydi, ezberlemiştim. Diğer şiirlerini sevmedim. Bir de adını hatırlamadığım birinin bir kitabını okudum. İstanbul’a geldikten sonra bu yaşıma kadar toplasak yüz kadar kitap okumuşumdur. Az okuyor olmaktan övünç duymuyorum. Fakat mesela belki üst üste on kez yirmi kez okuduğum kitaplar vardır. Beni doyuran kitaplardı onlar.Nelerdi mesela? Rasim Özdenören’in Hastalar ve Işıklar isimli öykü kitabı birici sıradadır. Altı ay boyunca her gün yarısını ama hangi yarısı olduğunu bilmediğim bir yarısını okumuştum. Nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama çok etkiledi beni, altı ay kadar serseri gibi dolandırdı. Harika bir şeydi. Hala da öyledir.Bir de İsmet Özel’in Erbain isimli şiir kitabı… O kitap da parçalanıncaya kadar elimdeydi.Lise yaşlarındayken mi? O yaşlarda.Romanlarla aran nasıldı. O yaşlarda romanlara ilgi çoktur genelde…Ben hiç roman okumadım hayatım boyunca Niye? Kurgulanmış olaylar var içinde. Gerçek hayattan gene benzer bir söyleyiş tarzıyla modellenerek kurgulanmış. Rasim Özdenören’in öyküleri dediğim için romandan söz açtın sanırım. Rasim Özdenören’in yazdıkları benim anladığım kadarıyla öykü değil. Şiirdir. Mısra mısra okurum bazen o öykülerdeki satırları. Ayrıca neden şaşırdın anlamadım..Şaşırmadım aslında ama lise yaşlarındayken mesela insanı çekiyor ya romanlar. Zevkli oluyor. Süper karakterler…Başından kendini oyunun dışına çekmiş biri olarak, tekrar girme çabası taşımadım. Ortak kurulan, kurduğunuz ne varsa aynı yerden başlamamış olduğumuz için ben onların dışındayım. Söylediklerim romanla öyküyle şiirle ilgili size çok yanlış gelebilir. Bunları size yanlış gösteren üzerinde uzlaştığınız kalıplardır, bende yok onlardan. Tabii ki kalıplar var fark ettikçe onlardan kurtulmaya çalışıyorum. Ama ortaklaşılmış olanlar yoktur çok fazla.Bir ilgi alanın ne zaman belirginleşti. Dil konusundan önce uğraştığın şeyler var mıydı? Düşünce olarak o süreç nasıl gelişti? Bir süre şiirle ilgilendim. Dille ilgilenmeye başlayınca kafayı toparlama imkanı buldum. Kurgusal bir ifade olacak ama, dille ilgilenmemdeki temel neden, hiçbir kaynağa başvurmaksızın neler yapabileceğimi görmek istemekti. Bir kaç alan vardı bu özelliklerde ilk sırada dil. Son iki yıldır dille ilgili düşünmüyorum. Zihinle ilgileniyorum bu da hiçbir kaynağa başvurmadan yapılabilecek işlerden gibi görünmüştü bana. Bu paradoksu seviyorum, birşeyi kendiyle açıklamak istediğimde dille ilgilenmeye başladığımı, birşeyi kendiyle düşünmeyi sürdürdüğümde zihinle ilgilendiğimi gördüm. Bunlar önceden kararlaştırılmış şeyler değildi. Karşıma çıktı.Dile ilgin nasıl yön aldı. Türkçenin ruhuna doğru hareket…Dille ilgili sistematik bir çözümleme için önce bir başlangıç noktası gerekiyordu. Eğer ilk nokta özgünlükle koyulmuşsa sonrasında başka görüşlere benzemesinin çok fazla bir önemi yok. Devamla örnekler yığılmaya başladı, hareket noktasını doğrulayan örnekler. Büyük heyecanlar yaşadım o süreçte. Yeni yeni anlamlar daha önce bilmediğim ve bilinmeyen anlamlar, yeni bağlantı türleri vs. Ben Türkçeyle ve genel olarak dille ilgili kuramımı tamamladım. Okunarak hemen anlaşılacak şeyler değil tabii ki. Dille ilgili konuşmak da istemiyorum artık çok fazla. Dilin kökeni ve eklere ulaştın. Senin bulduklarında daha rahat içimizdeki doğamızdaki anlama denk gelen bir kökü varmış Türkçenin diyebiliyoruz. “Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır,” demişti mesela İsmet Özel. Genel olarak bir karşılık vereyim, temelde anlamın insanın içinde olup olmadığı kabulüyle ilgilidir bu konu. Yanlış olan, aslında her zaman yanlış olacak olan, insanın içinde anlam olmadığı kabulüdür. Bu kabulle hareket eden her şey çıkmazdadır.Türkçenin oluşumu, kaynağıyla ilgili buluşların, Türkçenin fıtratımıza ve vahye dayanan bir dil olduğunu mu söylüyor. Bunu diyebiliyor musun? Rasim Özdenören’in söylediği şeydi o bensenoğ kitabıyla ilgili çıkarsamalarında. Türkçe, her şeyden çok ses-anlam ilişkisindeki tutarlılığı ve gücüyle, seslerin doğaları gereği gelmeleri mümkün olan anlama en yakın şekilde kodlandığı bir dil olarak anlam derinliği ve seviyesi çok yüksek bir dil. Vahiy konusuysa sadece bu dille daha önce bir peygamber konuşmuş mu konuşmamış mı konusu değil, Türkçenin doğruya sevk eden bir sistematiği olmasıyla ilgilidir. Peygamberlerin olmadığı herhangi bir ara dönemde Türkçe bu dille düşünenleri yanlışa sapmaktan uzak tutar, tutmuştur ya da tutması gerekir. Çünkü seslerin kendi doğaları gereği gelmesi gereken anlama en yakın anlamıyla kullanılıyor olduğu bir dilin doğruya sevk etmesi beklenir. Bugün bile geçerli olmalı bu.Türkçede “dünyaya geldi” diyoruz mesela, bebek için. İnancımızı ifade eden sözler oluşmuş hep.Ben bu gibi değişlerde çok derinlikli anlamlar görmüyorum. Kimi doyuruyorsa doyursun. Beni bu gibi deyişler hiç etkilemiyor açıkçası. Ben inancımı “soğan”, “doğdu” gibi bir terkip değil sadece kelime olan yapılardan biliyorum.Nasıl biliyorsun? Uzun şimdi, bensenoğ’da anlattım bunu. “Dünyaya geldi” demenin neresi inancımızı ifade ediyor?Yani önceden de vardık, bir yerden geldik. Ve o yere döneceğiz.Dünya kelimesini bilmeden önce öğrenmeden önce inancımızı nasıl ifade ediyorduk?Bilmiyorum, ama gelmek ve dünya kelimeleriyle ilgili değil dediğim, burada yaşayan insanlar doğru kalıplar oluşturmuş.Öncesinde de doğruydu, hem de kalıp halinde değildi. “Doğdu” deniliyordu. Bu kelimenin “doğru’yla ilişkili olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Yani “doğdu” kelimesi kesinlikle “dünyaya geldi” demekten daha derin bir inanç taşıyor. Çünkü daha derin bir anlam taşıyor.Buluşlarına ne tür tepkiler yaklaşımlar oldu, neyi bekledin, neyle karşılaştın, biraz bahseder misin bundan? Daha önce bekliyordum. Çok şey bekledim. Ama artık bir beklentim kalmadı. Herkes kendi anlamı kadar anlayacak sonuçta. Doğru olan nasılsa kendi gerçeğini doğurur. Beklentisizim ve işlerimi yapıyı sürdürüyorum. Sakinim artık.Tartıştığın, itiraz eden dilciler oldu mu? Veya başka birileri? Savunmaya geçmedim, eleştiriyi de sevmem bu anlamda. Anlaşıldıktan sonra kayıtsız kalınacak şeyler değil söylediğim. Neler söylediğimi biliyorum çünkü. Konunun sanıldığı gibi dilcilerle çok ilişkisi yok. Bu anlamla ilişki içindekilerin ilgi alanına giriyor ve dil örneği üzerinden bu anlam ilişkilendirmesi yapılıyor. Dilcilerin anlamla ilişkisi yoktur.Bunun yanında gelen tepkilerin hepsi değişikti, hiç sıradan bir tepki gelmedi, yani “güzel olmuş”, “iyi çalışma” gibi bir tepki gelmedi. Çünkü birilerinin estetik algısına hitaben yazılmış şeyler değildi ki güzel olsun. Ya da alışılagelmiş bir çalışma da değildi. O yüzden “iyi çalışma” diyemediler. Kabul edenler ve etmeyenler ayrımı var.Anladım. Şunu da soracağım. Türkçeye ne yapmaya çalışıyorlar, böyle birileri var mı sence? Ve popüler kültür…Türkçeye kim nerede ne büyüklükte bir ekiple ne yapıyor, ne yapmaya çalışıyor olursa olsun, bu dil onların anlayacakları bir şey değil. Dolayısıyla zarar da veremezler. Fakat koruma sevdasına düşüp muhafazakarlaşılmasını önermem. Türkçe kendini korur. Alır, içine katar, değiştirir, dönüştürür, yok eder, ne gerekiyorsa gereğini yapar. Böyle şeylerle vaktinizi harcamayın, anlamaya çalışın Türkçeyi.Ne söylememi istersin adı üstünde popüler kültür: Sonuçta bu Türkçe bir cümle içinde kullanılabiliyor. Türkçe onu bir yere koyar nasılsa. Olması gerektiği bir yere. Benim cümlelerimle ya da başkasının cümleleriyle.Dille ilgili yaklaşım kazanmak, birçok konuyla ilgili yaklaşımı da doğuruyor zaten…Şu anda dinlediğim şarkıyı söyleyeyim: Loituma. Söyleşinin başından beri kulağımdaGüzel mi?Loituma: levan polkka. Süper bir şarkı. Türkçe söylemiyor, anlamıyorum yani, sesleri çok güzel olan bir dil izlenimi veriyor bu şarkıda. Söyleşi için teşekkür ederim. Ben de teşekkür ederim.”
- Açıklama
“İnsan düşünürken, bilincin, düşünme sürecinin işletilmesine katkısı nedir? Düşünme süreci başlatıldığında, ulaşılacak sonuç belirlenmeksizin o sonuca nasıl ulaşılır? İçeriksizleşmiş teknik bir dilin yapısı, kendiliğinden yani o dili kullananın (bilincinin) etkisi olmadan insanı bir sonuca ulaştırabilir mi?”“Düşünme sürecine bilinçli olarak gerçekleştirilen tek müdahale, ulaşılacak sonucun belirlenmesidir. Ulaşılacak sonuç belirlenmeden düşünme süreci başlatılamaz. Tıpkı aktarılacak anlam belirlenmeden aktarımın başlatılamaması gibi. Gerçekleşen işlem, ulaşılacak sonuç –biliniyor olup olmaması önemli olmaksızın– belirlendiği anda, ona göre konumlanan bir başlangıç noktasından başlatılır. Bilincin yaptığı tek katkı, o sonucu sıkıca tutmaktan ibarettir. Düşünceyi oraya ulaştıracak olan işlemin kurduğu bağlantılar, yaptığı geçişler, sıçramalar bilinçli olarak ortaya çıkmaz. Kısaca iki şey arasında kurulan bağlantı bilinç düzeyinde gerçekleştirilemez.”Yazarının ifadesiyle “zihnin iki şey arasında kurduğu bağlantıyı bilinç düzeyinde takibe odaklanmanın ürünü” olan kitap, dil-anlam-zihin arasındaki ilişkileri kurcalıyor ve alışılmadık bağlantılar kuruyor. Yazar, önceki çalışması bensenoğ’dan sonra bu kitapla, dilin zihnin işleyişine etkisi, sesle anlamın ilişkisi, anlamın aktarılması, anlamın karşılıklı birliği gibi konularda kendi terminolojisi kurarak düşünmeyi sürdürüyor.YAZARLA KİTABI ÜZERİNE“Dünya Türkçe konuşsaydı daha güzel olurdu”Söyleşi: Ali Düz, Ağustos 2008, s. 34-36.Hüseyin Rahmi Göktaş, 1978 doğumlu, dil ve zihin üzerine çok orijinal çalışmaları olan bir düşünür. Türkçenin kökenine ve gramerine ilişkin çok önemli buluşları var. Kurumsal dilbilgisini ve akademik kalıpları yıkan özgünlükte buluşlar. Rasim Özdenören, onun Wittgenstein ve Heidegger’den daha önemli bir düşünür olduğunu söylüyor. Göktaş’ın bensenoğ –türkçenin ruhu–runa simi –insan dili– adlarında iki kitabı var. Hüseyin Rahmi Göktaş’la kendisini, çalışmalarını tanımaya yönelik bir söyleşi yaptık. Meraklı ve kalıpların dışını sevenler için okurlar için…Sizi sıradan biri olarak görmediğimizi söyleyerek başlayalım önce, olmanızı da kesinlikle istemiyoruz. Çünkü onlardan milyonlarca var. Ama bu orijinallik biraz fazla değil mi?Aslında oradan nasıl görünüyorum bilmem ama ben yaptığım işlerde mümkün olduğu kadar kullanımda olan değerlerden hareket edip örneklendirmeye çalışıyorum. Yani benim kafamdaki kadar orijinal değil bu söylediklerim. Ortak bir dil kullanıyoruz ve ancak onunla anlaşıyoruz diye onun yapısına uygun şekli bu, bendeki gerçek hali değil. Sizin kafanızdaki nasıl? Kafamdaki… İşte sorun orada, onun dile aktarılmasında çıkan sorun yüzünden dille ilgilendim ben. Bir şeyler karaladım ilkin, sonra baktım bir sorun var. Düşünce dile aktarılırken fazlasıyla anlam yitiriyor. Nasıl bir gramatik yapıyla kuruluyor olursa olsun sorun çıkıyor. Ben anlatamayacağım dedim ve Türkçeyi açmaya başladım. Neler çıktı? İçimdeki anlamı aktarabilmek için bir şey elde edemesem de ilk planda, içimdeki anlamın farklılığına ilişkin kanaatim netleşti. Demek ki ben herkesin kabul ettiği anlaşma ortamına uygun olmayan bir şey barındırıyordum. “ve benim boynumdan olmayan bu şey nedir?” mısraı canlandı şimdi zihnimde. Ne demek istiyor mısra? Cümle içinde, cümlenin içinde olmayan bir anlama göndermede bulunuyor. Ur gibi bir şeyden söz ediyor, ur gibi bir anlamdan. Olumsuz değil tabi ama olumlu da değil. İşarete gelmeyen, işaret edilemeyen yani. Şiirle ifade buluyor sanki. Anlaşma ortamı sandığınız gibi herkesin uzlaştığı bir ortam olmayabiliyor. Yani herkes anlaşamamaktan şikayetçi. Bununla ilgili ne dersiniz? Arada kullanılan ortam bildiğimiz anlamda dil olsun ya da başka formlarda dil olsun fark etmez. Onun işi belli zaten, içeriksiz bir işlem kurmak. Cümle kurmak içeriksiz bir işlem kurmaktır diye düşünebiliriz. Fakat anlatılması istenen anlam, anlatılmaya çalışılan mevcut kurgularla ifade edilemiyorsa o zaman yaşanıyor benim sözünü ettiğim farklılık. Yani sizde bir anlam vardı ve bu cümlelerle ifade edilemiyordu, ya da bu gramerle, siz de ona, o anlama uygun yeni gramer mi oluşturmak zorunda kaldınız.Sadece bu değil tabi. Ama bu amaca da hizmet etti. Yazılarım redaksiyona girmeden önce okunamaz niteliktedir. Bir tek Rasim Abi ilk halini çok sever. Bakılınca çok bozuk bir cümle gibi görünüyor. Çünkü aktarılmak istenen anlamda sorun var. Bu cümlelerle düzleştirilemiyor. Fazla eğik.Ama bir bakıma da evet. Çünkü ben şimdiye kadar ne söylemişsem hepsi asıl söyleyeceğim şeyin zeminini oluşturmak içindir aynı zamanda.Nedir o asıl söyleyeceğiniz şey? Ne olduğunu bilsem hiç bu kadar uğraşmazdım. Doğrudan söylerdim. Ama dedim ya biraz fazla eğik. Sayılar geometrisiyle ilgili bir yorum yapılmıştı: “akıl bükülmesine sebep oluyor” diye. O bükülme gerçekleşmeden ben bile ne söyleyeceğimi bilemem. Hatta belki “İtaki”de geçtiği gibi günün birinde söylemek için ağzımı açtığımda onu söylemek için hazırlanan zeminden başka bir şey çıkmayacak ağzımdan. Akıl tutulmasını duymuştum ama akıl bükülmesini ilk kez duyuyorum. Nasıl bir bükülmeye neden oluyor sayılar geometrisi? Henüz yazılıp tamamlanmamış bir çalışma sayılar geometrisi. Ona çok girmeyelim fakat kısaca şunu söylüyor: sayılar düz olarak ilerliyor ve bu sayılarla yuvarlak olan eğri olan hiçbir şey ölçülemez. Ölçebilmek için sayıları eğmek gerekir. Oysa sayılar sıralı olarak ilerlerken düz olarak ilerler ve eğilemezler. Pi sayısıyla da ilgili sanırım bu söylediğiniz. Kısaca anlatabilir misiniz? Evet ilgili. Pi sayısının ucunun sonsuza gitmesinin nedeni, bu sayının bir çemberin çevresinin ölçümünün çapının ölçümüne bölünmesiyle elde edilmesi. Yani sonsuza uzanmasının nedeni çemberin çevresi farz edilen ölçümün düz sayılarla belirlenmiş olması. Yani hiçbir çember çevresi örneğin 55 gibi bir sayı olamaz. Çünkü bu sayılar düz ve bu sayıları bir yuvarlağın ölçümünde kullandığımızda (ki böyle bir şey olmaz), o yuvarlağı düz ölçmeye itiraz eden, tam anlamıyla yuvarlak bir sayıyla karşılarız; pi sayısıyla. Yani yuvarlağı düz olarak ölçünce orada oluşan boşluk pi sayısının sonsuza uzanmasıyla kapatılıyor. Bunu ne zaman yayımlatırsınız?Bensenoğ’un ikinci baskısı yapılacak İz Yayıncılık’tan. Ayrıca bensenoğ’da sözünü ettiğim ikinci kitap da eklenerek birleştirilecek, adı bensenoğ + (bensenoğ artı) olacak. O kitaba ek olarak sayılar geometrisini koyacağız. İşte benim asıl konuşmak istediğim yere geldik. Bensenoğ ve Türkçe konusu. Ben runasimi’yi de okudum ama henüz ondan konuşacak kadar anlamış değilim. Ama bense’u belli oranda anladığımı söyleyebilirim. Kitapta söyleyeceğinizi söylediniz. Ben genel olarak Türkçeyle ilgili ne düşünüyorsunuz diye sormak istiyorum. Türkçe nasıl bir dil? Türkçe; seslere, doğal olarak gelmeleri gereken anlama çok yakın anlam karşılıkları verilmiş olan özel bir dil. Yani sistematik yapısına geçmeden önce, seslerle, seslerin zaten çok yakın olarak hissettirdiği anlamların uyumlu karşılıklar oluşturduğu bir dil. Yani doğadaki sesler ya da hayvanların çıkardığı sesler Türkçe konuşan birinin ağzından taklit edildiğinde bunun bir anlamı var hissini güçlü bir şekilde uyandıran bir dil.Sistematik yapısına geçersek? Sistematik, kelimenin ve cümlenin oluşumu aşamasında nasıl bir sistemle kurulduğu konusu. Birbirine boğumsuz olarak doğrudan eklenen seslerle oluşan kelimelerde her bir sesin bir anlamının olması ve kelime içinde geldiği yere göre kelimeye eklenmesiyle oluşan bir sistemi var. Bu kelimelerin mutlak bir sınırla ve “başka türlü söylenemez, bozuk olur” dedirten bir cümle kalıbı yok Türkçenin. Bu çok önemli bir özellik. Yani cümlenin tüm elemanlarının yerleri değiştirilerek yine anlamlı bir cümle oluşturulabiliyor. Özne yüklem nesne dizilimi yok. Anlam nasıl kurmayı doğru görürse öyle kurulabilir cümle. Yani ali topu at, topu at ali, at topu ali, ali at topu gibi mi? Evet aynen öyle. Cümleler arasındaki anlam farkını görüyorsunuz.Küçük fark ama bunu önemsediğinize göre burada önemli bir şey olmalı. Nedir o? Anlamı önceden belirlenmiş katı kalıplara hapsetmek zorunda değilsiniz eğer Türkçe konuşuyorsanız. Farklı bir anlamınız varsa, cümleyi farklı şekilde kurmayı gerektiren eğik bir anlam varsa içinizde, Türkçe bunun ifadesi için yeter hatta öyle bir anlam yoksa Türkçe bunu sizin içinizde oluşturmaya da güç yetirir. Yani Türklerle ilgili söylenen olumlu özellikler Türkçenin özellikleridir. Başka bir dilde anlamı bu kadar güvenilir bir şekilde farklılaştıramazsınız. Yani “ali topu at” diyor cümle, amaç belli. Fakat bunun farklı şekillerde söylenebiliyor oluşu, küçük bile olsa öyle bir farklı bakışı görebilme imkanı sunuyor. Aynı amacı farklı şekillerde söyleyebiliyor dayatmacı değil yani özgürleştiriyor. Yani İngilizcenin yerinde Türkçe olsaydı kullanım genişliği anlamında başka bir dünyada mı yaşıyor olurduk? Kesinlikle başka bir yer olurdu ve bu iyi, güzel bir başkalık olurdu. Tabii ben gidip başka ülkelerde Türkçe okulları açılsın filan demiyorum. O siyasetle ve banknotla ilgili bir olay. Söylemek istediğim Türkçe konuşan ve Türkçe düşünen insanlar, düşünmek için dışarıdan bir sisteme ihtiyaç duyup düşünme metotları ya da şekilleri öğrenmeye kalkmasın. Türkçe, sağlıklı bir düşünce için yeterli bir dildir. Köleleştirmez ve ucuz kalıplar oluşturmaz zihinde. Yani felsefe okumanın Türkçe düşünmek konusunda zararı olabilir mi?Sana ait olmayan ve dilin sistemiyle örtüşmeyen sorunlar üretebilir mesela. Felsefi terimlerin Türkçeleştirilmesi konusu iyi örnek olabilir burada. Felsefe diye bir şey var ve onun kullandığı terminoloji Türkçeleşirse Türkçe felsefe… Böyle bir şey olmaz, olamaz. Türkçenin öyle bir derdi var mı yok mu ona bakmak gerekir. Soyut-somut kelimelerinin Türkçede işi ne. Kelimeler, kullanıldıkları yerler filan umrumda değil. Fakat Türkçenin temel mantık sistemine aykırı bir şey var, düalizm var bu kelimelerde. Bu iki kelime yapışık olarak oluşturulmuş mesela. Fakat Türkçede örneği yok bunun. Sıcak-soğuk gibi kelimeler yapışık olarak doğmamış. Her birinin anlam kökeni farklı ve her biri meşruiyetini yani anlamını kendi kökünden alıyor. Soyut-somut gibi düalist mantığın ürünü olan kelimelerle felsefe yapılmış olsa ne olmasa ne. Temelinde sorun var. Yani Türkçede başka bir düşünce sistemi var ve çok değerli. Ölmeden önce kavranması gereken şeylerden.Neden? Ahirette de mi Türkçe konuşacağız? Onu bilmiyorum fakat bir de Türkçe penceresinden dünyaya bakmadan gitmek gerçek bir kayıptır. Türkçe düşünce, Türkçe şiir, Türkçe müzik, bunların hepsi yeniden keşfedilmesi gerek şeyler. Yeniden üretilmesi gereken.Türkçe şiiri biliyoruz. Türkçe, şiir alanında çok verimli, bereketli. Düşünceyi şimdi siz açıkladınız fakat Türkçe müzik nedir, nasıl olur? Ben yıllardır Türkçe müzik dinlemek istiyorum. Türkçe müzik değil tabii “Türkçe” müzik. Türkçenin seslerinden, seslerinin yapısından ve aralarındaki sistemik ilişkiden beslenen bir müzik. Türkülerden söz etmiyorum. Bugünün Türkçesiyle oluşmuş müzikten söz ediyorum. Fakat beni hep hayal kırıklığına uğrattılar. Barış Manço’nunkiler gibi ama daha üst seviyede bir samimiyetle. Replikas’tan ümitliydim ama artık değilim.Böyle bir müziği yapabilmek için sistemi tamamen çözmüş olmak mı gerekir? Ona gerek yok. Hem de hiç. Sadece müzikle uğraşanlar gerçek Türk şiiriyle, iyi şairlerle ilişki içine geçsinler, önce bu gerekli.Ne tür müzikler dinliyorsunuz peki?Klasik müzik dinleyemiyorum. Batı klasiği, çok steril çünkü. Bir tür dinliyor gibi algılanmasın ama Ben Harper, Calexico, Manu Chao gibi isimler vereyim. Hepsini müziği için dinliyor değilim bu arada. Manu Chao’yu samimiyetine binaen dinlerim mesela.Fakat ben sizi sadece samimiyetinize binaen dinliyor değilim. Bunu bilmenizi özellikte istedim.“Korkmayın Türkçeye bir şey olmaz!”Çocukluğundan biraz bahseder misin, nasıl biriydin, arkadaşların derslerin?..Annem benim çocukluğumu seviyor, sakin ve zararsız bir çocukmuşum. Sakin olduğumu ben de anlardım, olup biten olayları herkes gibi hemen kavramazdım. Başka bir anlamı daha olmalı, bunu bu anladığım şeyi söylüyor olamaz, diye düşünürdüm. Biraz geç anlayan izlenimim vardı. Anneme bir arkadaşı beni bir doktora götürmekten söz etmiş, geç anladığımı düşünmüş herhalde. Dersler konusunda da aynı gibi. İlkokul öğretmenimi sevmezdim. Bunu anlatıyor olamaz diye çok düşünmüşümdür. Yani eğer hemencecik anladığım şeyi hatta anlatmasına gerek kalmadan zaten bildiğim şeyi anlatıyor olamaz diye yüceltmeye çalıştımsa da sonradan anladım ki meğer onları anlatıyormuş. Ben de dersleri önemsemedim doğal olarak. Matematik hariç.Matematik neden hariç? Orada anlam yoktu, sadece işlem vardı. Oyun gibiydi çok keyifliydi.Arkadaşlarla aran nasıldı, kendi halinde biri miydin? Çocukluğum Niğde’de geçti. Kalabalık bir mahalle arkadaşlığı vardı. Spora çok uygun bir zihnim yoktur ama beni severlerdi ve oynamama izin verirlerdi. Bütün bunların yanında olabildiğince sıradan bir çocuk gibi görünmeme karşın kendi anlam dünyamdan ödün vermedim. Yani ne kadar sıradan görünürse insan o kadar farklılıklar yaşayabilir, hem de kimseyle uğraşmak zorunda kalmadan. Bunu farketmiştim. Hala sonradan tanıştığım kişiler benim gerçekte kim olduğumu yıllar sonra anlayabiliyor. Hiç o konularda düşünen biri gibi görünmediğimi söylüyorlar. Doğrudur.Neden öyle düşünülüyor, yani akademik bir yaklaşım, üslup görmedikleri için mi? Onların hangi nedenle öyle düşündüklerini çok önemsemiyorum. Bu benim için gerekli. Gerçek bir insan olarak kalmak, birileri tarafından kutsanmamak ya da müzeleştirilmemek için gerekli. Ayrıca dışarıya yansıyan kişiliğim (mesela senin zihnindeki) ne kadar belirgin tanımlara sığabiliyorsa, yönetilmeye o kadar uygun biri haline geliyorum. Bunu da kimse istemez, yani istememeli.Diyelim senin yaptıklarını anlamaya çalışan biri seni tanımak istiyor, seviyor tanımak istiyor, tanımlarını belirginleştirmek istiyor yani. Ama oysa sağlıklı iletişim için birbirimizin her şeyi zihnimizde net olmamalı. Mesela deniyor ki, dostun, hangi durumda her durumda nasıl davranacağından emin olduğun kişidir…Sağlıklı iletişim konusu bir fantazi. Ama biri gerçekten birini bir tanımla tanımlamak istiyorsa açıkçası o paketlemek istiyordur. Kendi önünde karşısındakini bir engel olarak görüyordur. Dostlukla ilgili söylediğin cümlede emin olmak geçiyor. Yani birinin bazı konularda ya da herhangi bir nasıl davranacağından emin olmak. Bu bilmek değil güvenmektir. Yanılabilirsin. Ama bilmekte diretirsen dost olamazsın.Çocukluğumda sıradan biriydim dedin, ve kendi anlam dünyamdan ödün vermeyen... O dönemde, yani ilkokul ortaokul, zihnini sürekli meşgul eden bir şey var mıydı? Ve içine girmekten kapılmaktan korktuğun bir şeyler…İçimdeki hiçbir şeyden korkamadım, zihnimdeki. Gerçek bir insan olarak kalmaktan söz etmiştim o galiba bunun da cevabı olabilir: İlk tuttuğum oruç bir yaz sonuna denk geliyordu. O gün akşam yaklaşırken, her yıl zamanı değişen Ramazan’ın bir daha ne zaman aynı güne denk geleceğini hesaplamıştım. Otuzlu yaşlarımda aynı günlerde oruçlu olacağımı işaretlemiştim. Ve o işaret, otuzlu yaşlarımda o çocuğu hatırlayıp hatırlamayacağımı denemek içindi. Ramazan geldi şimdi bir yaz sonuna. Hesap doğru yani. Bakıyorum o günden bu güne değişen hiçbir şey yok. Aynı kişi olarak sürüyorum. Ne kadar değişmiş olacağımın işaretiydi ve işareti koyarken de korkusuzdum. Yani bugün hatırlamasam bile sorun olmayacaktı o çocuk için hepsini göze alarak koyulmuş bir işaretti. Kızgınlık korku alınganlık yoktu, sürüp gidiyorum işte, ne çıkarsa yaşayarak.İnsanın gerçekten bir kendinin olması böyle bir şey sanırım. Ne çıkarsa yaşayarak ama…Önceden ayarlanmış kurgusal formlar gerçeğin çok dışındadır demiş olmayalım. Onları kuşatacak bir gerçeklik de var.Herkes bir şey kurmuş oluyor zaten onlar karşılaşıyor falan… Kurgusal olan da olmayan da karşılaşıp karışınca… gibi mi? Tam öyle değil benim kafamdaki: Daha üst bir gerçeklik düzeyindeyken daha altı için kurgusal bir form oluşturursun. Bu söyleşinin önceden ayarlanmış olması gibi. Fakat kendi hizanda kurgusal bir forma uymak ya o hizada kurgusal bir form kurmak, insanı gerçek insan olmaktan uzaklaştırır.Kendi hizamızı da zaten biliyor muyuz? Tahmin ederek savunma yapmak başka insanlara karşı, kurgusal hazırlıklarla. Gerçek olmuyor insan o zaman. Mesela bana çıkıp birinin içinde bulunduğum zorlukların Allah’ın bir imtihanı olduğunu söylemesinden haz duymam. Bir teskin cümlesi ise sorun yok fakat biz bunları yaşadık sıra sizde anlamındaysa o zaman kendisinin o anda benimle imtihan edildiği gerçeğini elinden kaçırmış oluyor karşımdaki, bana içinde bulunduğum durumun imtihan olduğunu söyleyerek.Evet, gençler, neler yaşandı, bu ne ki, sizde yaşayacaksınız deniyor ya. Niyetini hemen belli eden bir yaklaşım herhalde. İyiyse sorun yok tabii de. Evet, kendisinin de içinde bulunduğu sorumluluktan kaçmak için kurduğu kurnazca bir ifade, düzlemi kendi gerçekliği hizasında olan kurgusal bir form. Allah söyler onu, sizi imtihan ettik ya da edeceğiz diye…Okula dönelim. Okula ne kadar devam ettin? Orta birden terk ettim.Neden? Terk etme gerekçem yukarda derslerle ilgili yaklaşımımdır. Bu mu yani” diyen bir anlam derinliği içindeydim. Ben bir söz vererek gelmişim buraya ki zorlasam hatırlayacağım gibi bir hisle hissedebiliyorum gerçekliğini o sözün. Burada bana öğrettiklerine bak. Daha fazla dayanamadım. Hele ki İstanbul’a taşındık ve o da bahanesi oldu kurtulmamın.Nasıl bir söz? Elest bezmindeki sözden söz ediyorum.Hatırlanacak gerçeklikte değil tabi, ortam farkı yüzünden, ama o gerçeklikle kıyaslayınca ne kadar saçma bir kurgunun içinde yaşadığımız, bize nasıl bir saçmalık dayatıldığı daha iyi anlaşılır.Ailen nasıl karşıladı okulu bırakmanı. Hiçbir sorun olmadı, ama annem okumamı istemişti, kafamın çalıştığını biliyor öğretmen filan olabileceğimi düşünüyordu ama ısrar etmedi. O pişman olmuşsa da ben sonradan teskin ettim annemi.Okulu terk edince neyle uğraşmaya başladın. Daha orta birden terksin sonuçta ama, bir amaç belirlemiş miydin? Çeşitli işlerde çalıştım, hemen başladım sayılır. Bir amacım yoktu ne çıkarsa artık karşıma.O işlerle uğraşırken “bunlarla zaman kaybediyorum” gibi bir düşünce var mıydı. Bir de neler yaptın…O, arada, yaptığım bütün işlerde çok yoğun olmamakla birlikte hissettiğim birşeydi. Nasıl işler yaptığım sorusunu cevapsız bırakmak istiyorum, yukarda konuştuğumuz tanımlama alanına hizmet edeceğini düşündüğüm için. Fakat yakınımda olan herkes bilir gizli değil yani.Kitap okuyor muydun o zamanlar, çok okuyan biri miydin? Yedi yaşımdayken okumayı yeni öğrendiğimde evde babamın kitapları vardı. Hatırladığım sadece Necip Fazıl’ın “Kafiye” isimli bir şiiriydi, ezberlemiştim. Diğer şiirlerini sevmedim. Bir de adını hatırlamadığım birinin bir kitabını okudum. İstanbul’a geldikten sonra bu yaşıma kadar toplasak yüz kadar kitap okumuşumdur. Az okuyor olmaktan övünç duymuyorum. Fakat mesela belki üst üste on kez yirmi kez okuduğum kitaplar vardır. Beni doyuran kitaplardı onlar.Nelerdi mesela? Rasim Özdenören’in Hastalar ve Işıklar isimli öykü kitabı birici sıradadır. Altı ay boyunca her gün yarısını ama hangi yarısı olduğunu bilmediğim bir yarısını okumuştum. Nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama çok etkiledi beni, altı ay kadar serseri gibi dolandırdı. Harika bir şeydi. Hala da öyledir.Bir de İsmet Özel’in Erbain isimli şiir kitabı… O kitap da parçalanıncaya kadar elimdeydi.Lise yaşlarındayken mi? O yaşlarda.Romanlarla aran nasıldı. O yaşlarda romanlara ilgi çoktur genelde…Ben hiç roman okumadım hayatım boyunca Niye? Kurgulanmış olaylar var içinde. Gerçek hayattan gene benzer bir söyleyiş tarzıyla modellenerek kurgulanmış. Rasim Özdenören’in öyküleri dediğim için romandan söz açtın sanırım. Rasim Özdenören’in yazdıkları benim anladığım kadarıyla öykü değil. Şiirdir. Mısra mısra okurum bazen o öykülerdeki satırları. Ayrıca neden şaşırdın anlamadım..Şaşırmadım aslında ama lise yaşlarındayken mesela insanı çekiyor ya romanlar. Zevkli oluyor. Süper karakterler…Başından kendini oyunun dışına çekmiş biri olarak, tekrar girme çabası taşımadım. Ortak kurulan, kurduğunuz ne varsa aynı yerden başlamamış olduğumuz için ben onların dışındayım. Söylediklerim romanla öyküyle şiirle ilgili size çok yanlış gelebilir. Bunları size yanlış gösteren üzerinde uzlaştığınız kalıplardır, bende yok onlardan. Tabii ki kalıplar var fark ettikçe onlardan kurtulmaya çalışıyorum. Ama ortaklaşılmış olanlar yoktur çok fazla.Bir ilgi alanın ne zaman belirginleşti. Dil konusundan önce uğraştığın şeyler var mıydı? Düşünce olarak o süreç nasıl gelişti? Bir süre şiirle ilgilendim. Dille ilgilenmeye başlayınca kafayı toparlama imkanı buldum. Kurgusal bir ifade olacak ama, dille ilgilenmemdeki temel neden, hiçbir kaynağa başvurmaksızın neler yapabileceğimi görmek istemekti. Bir kaç alan vardı bu özelliklerde ilk sırada dil. Son iki yıldır dille ilgili düşünmüyorum. Zihinle ilgileniyorum bu da hiçbir kaynağa başvurmadan yapılabilecek işlerden gibi görünmüştü bana. Bu paradoksu seviyorum, birşeyi kendiyle açıklamak istediğimde dille ilgilenmeye başladığımı, birşeyi kendiyle düşünmeyi sürdürdüğümde zihinle ilgilendiğimi gördüm. Bunlar önceden kararlaştırılmış şeyler değildi. Karşıma çıktı.Dile ilgin nasıl yön aldı. Türkçenin ruhuna doğru hareket…Dille ilgili sistematik bir çözümleme için önce bir başlangıç noktası gerekiyordu. Eğer ilk nokta özgünlükle koyulmuşsa sonrasında başka görüşlere benzemesinin çok fazla bir önemi yok. Devamla örnekler yığılmaya başladı, hareket noktasını doğrulayan örnekler. Büyük heyecanlar yaşadım o süreçte. Yeni yeni anlamlar daha önce bilmediğim ve bilinmeyen anlamlar, yeni bağlantı türleri vs. Ben Türkçeyle ve genel olarak dille ilgili kuramımı tamamladım. Okunarak hemen anlaşılacak şeyler değil tabii ki. Dille ilgili konuşmak da istemiyorum artık çok fazla. Dilin kökeni ve eklere ulaştın. Senin bulduklarında daha rahat içimizdeki doğamızdaki anlama denk gelen bir kökü varmış Türkçenin diyebiliyoruz. “Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır,” demişti mesela İsmet Özel. Genel olarak bir karşılık vereyim, temelde anlamın insanın içinde olup olmadığı kabulüyle ilgilidir bu konu. Yanlış olan, aslında her zaman yanlış olacak olan, insanın içinde anlam olmadığı kabulüdür. Bu kabulle hareket eden her şey çıkmazdadır.Türkçenin oluşumu, kaynağıyla ilgili buluşların, Türkçenin fıtratımıza ve vahye dayanan bir dil olduğunu mu söylüyor. Bunu diyebiliyor musun? Rasim Özdenören’in söylediği şeydi o bensenoğ kitabıyla ilgili çıkarsamalarında. Türkçe, her şeyden çok ses-anlam ilişkisindeki tutarlılığı ve gücüyle, seslerin doğaları gereği gelmeleri mümkün olan anlama en yakın şekilde kodlandığı bir dil olarak anlam derinliği ve seviyesi çok yüksek bir dil. Vahiy konusuysa sadece bu dille daha önce bir peygamber konuşmuş mu konuşmamış mı konusu değil, Türkçenin doğruya sevk eden bir sistematiği olmasıyla ilgilidir. Peygamberlerin olmadığı herhangi bir ara dönemde Türkçe bu dille düşünenleri yanlışa sapmaktan uzak tutar, tutmuştur ya da tutması gerekir. Çünkü seslerin kendi doğaları gereği gelmesi gereken anlama en yakın anlamıyla kullanılıyor olduğu bir dilin doğruya sevk etmesi beklenir. Bugün bile geçerli olmalı bu.Türkçede “dünyaya geldi” diyoruz mesela, bebek için. İnancımızı ifade eden sözler oluşmuş hep.Ben bu gibi değişlerde çok derinlikli anlamlar görmüyorum. Kimi doyuruyorsa doyursun. Beni bu gibi deyişler hiç etkilemiyor açıkçası. Ben inancımı “soğan”, “doğdu” gibi bir terkip değil sadece kelime olan yapılardan biliyorum.Nasıl biliyorsun? Uzun şimdi, bensenoğ’da anlattım bunu. “Dünyaya geldi” demenin neresi inancımızı ifade ediyor?Yani önceden de vardık, bir yerden geldik. Ve o yere döneceğiz.Dünya kelimesini bilmeden önce öğrenmeden önce inancımızı nasıl ifade ediyorduk?Bilmiyorum, ama gelmek ve dünya kelimeleriyle ilgili değil dediğim, burada yaşayan insanlar doğru kalıplar oluşturmuş.Öncesinde de doğruydu, hem de kalıp halinde değildi. “Doğdu” deniliyordu. Bu kelimenin “doğru’yla ilişkili olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Yani “doğdu” kelimesi kesinlikle “dünyaya geldi” demekten daha derin bir inanç taşıyor. Çünkü daha derin bir anlam taşıyor.Buluşlarına ne tür tepkiler yaklaşımlar oldu, neyi bekledin, neyle karşılaştın, biraz bahseder misin bundan? Daha önce bekliyordum. Çok şey bekledim. Ama artık bir beklentim kalmadı. Herkes kendi anlamı kadar anlayacak sonuçta. Doğru olan nasılsa kendi gerçeğini doğurur. Beklentisizim ve işlerimi yapıyı sürdürüyorum. Sakinim artık.Tartıştığın, itiraz eden dilciler oldu mu? Veya başka birileri? Savunmaya geçmedim, eleştiriyi de sevmem bu anlamda. Anlaşıldıktan sonra kayıtsız kalınacak şeyler değil söylediğim. Neler söylediğimi biliyorum çünkü. Konunun sanıldığı gibi dilcilerle çok ilişkisi yok. Bu anlamla ilişki içindekilerin ilgi alanına giriyor ve dil örneği üzerinden bu anlam ilişkilendirmesi yapılıyor. Dilcilerin anlamla ilişkisi yoktur.Bunun yanında gelen tepkilerin hepsi değişikti, hiç sıradan bir tepki gelmedi, yani “güzel olmuş”, “iyi çalışma” gibi bir tepki gelmedi. Çünkü birilerinin estetik algısına hitaben yazılmış şeyler değildi ki güzel olsun. Ya da alışılagelmiş bir çalışma da değildi. O yüzden “iyi çalışma” diyemediler. Kabul edenler ve etmeyenler ayrımı var.Anladım. Şunu da soracağım. Türkçeye ne yapmaya çalışıyorlar, böyle birileri var mı sence? Ve popüler kültür…Türkçeye kim nerede ne büyüklükte bir ekiple ne yapıyor, ne yapmaya çalışıyor olursa olsun, bu dil onların anlayacakları bir şey değil. Dolayısıyla zarar da veremezler. Fakat koruma sevdasına düşüp muhafazakarlaşılmasını önermem. Türkçe kendini korur. Alır, içine katar, değiştirir, dönüştürür, yok eder, ne gerekiyorsa gereğini yapar. Böyle şeylerle vaktinizi harcamayın, anlamaya çalışın Türkçeyi.Ne söylememi istersin adı üstünde popüler kültür: Sonuçta bu Türkçe bir cümle içinde kullanılabiliyor. Türkçe onu bir yere koyar nasılsa. Olması gerektiği bir yere. Benim cümlelerimle ya da başkasının cümleleriyle.Dille ilgili yaklaşım kazanmak, birçok konuyla ilgili yaklaşımı da doğuruyor zaten…Şu anda dinlediğim şarkıyı söyleyeyim: Loituma. Söyleşinin başından beri kulağımdaGüzel mi?Loituma: levan polkka. Süper bir şarkı. Türkçe söylemiyor, anlamıyorum yani, sesleri çok güzel olan bir dil izlenimi veriyor bu şarkıda. Söyleşi için teşekkür ederim. Ben de teşekkür ederim.”
Stok Kodu:9789753557092