Kıbrıs’ta doğdu. Asıl adı Derviş’tir. “Vahdeti” mahlâsını daha sonra almıştır. Babası ayakkabıcı esnafından Kıbrıslı Mahmud Ağa’dır. Ailesi çok fakirdi. Dört yaşında okula gitti. On dört yaşında hâfız oldu. On altı yaşında annesi ve birkaç yıl sonra babası öldü. Medreseye girdi. Arapça ve fıkıh okudu. Nakşibendi tarikatine intisab etti. Ayasofya Camii’ne müezzin oldu. Kıbrıs ile İstanbul arasında münasebet artınca, İstanbul’a gelerek iki ay kaldı. Kıbrıs’a dönünce Larnaka’daki bir misyonda İngilizce öğrenmeye başladı. Fakat bir zaman sonra, ders bahanesiyle kilisedeki vaazlara devama mecbur edilmesi üzerine, dersleri terk etti. Kıbrıs’taHürriyet, Meşveret ve Mizan gazetelerini izledi. İstanbul’dan kaçıp hürriyet için Paris’e giderken Kıbrıs’a gelen gençlere elinden gelen yardımı yaptı. Avrupa’da çıkan hürriyetçi gazeteleri gizlice dağıttı. Adı Jöntürk’e çıktı ve Padişaha dil uzattığı iddiasıyla yakalanarak muhakeme edildi. Yeteri kadar ingilizce öğrendikten sonra ilmiye kıyafetini çıkararak, İngiliz idaresinde memur oldu. Çok çalışarak memuriyetinde yükseldi. Bu devrede de hürriyetçi aydınların yayınlarını takip ederek onlara bağlandı ve Kıbrıs’a gelen ve oradan geçenlere yardım edip, neşriyatı dağıttı. 1900 yılı başlarında Kıbrıs’tan İstanbul’a geldi. İş bulamayıp, parası tükenince Dâhiliye Nâzırına hitabın yazdığı şiddetli bir dilekçe neticesinde Muhâcirîn Dâiresi’ne alındı. Ancak bütün tecrübelerine ve yaşına rağmen, evrakı temize çekmekle görevlendirilince memnun olmadı. Yeniden yazdığı bir dilekçe, yanlış yorumlanıp Diyarbekir’e sürülmesine sebep oldu. İstanbul’da, sürülmek üzere tevkif edildi. Otuz dört gün ailesinden habersiz hapsedildikten ve burada işkence gördükten sonra, hasta eşiyle birlikte “Mekke” vapuruna bindirilerek, Samsun’a ve oradan da Diyarbekir’e sürüldü. Diyarbekir’de üç buçuk sene kaldı. Ancak olacaklardan habersiz, bu müddetin bu son aylarında meşrutiyetin ilânına az bir vakit kala, başına sarık sarıp derviş kıyafetine girerek, ailesinin itirazını dinlemeden ve eşini yalnız bırakarak sürgün mahallinden kaçtı. Fırat’tan geçerken Birecik’te yakalandı. Üç gün zindanda yattıktan sonra kendisinin “din ve vatan haini” olarak bilen siyahî bir jandarmanın baskısı altında kelepçeli vaziyette, on iki günde yaya olarak Diyarbekir’e getirildi. Diyarbekir’de de on gün hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Bir buçuk ay sonra ise meşrutiyet ve umûmi af ilan edildi. Diyarbekir’deki sürgün hayatı sırasında “ahrârı ümmetin serefrâzı, hârikai fıtrat, üstâdı hürriyet” dediği Ziya Bey (Gökalp) ile üç sene boyunca görüşüp, sohbetinden istifâde etti. Diyarbekir’deki gizli hürriyetçi harekete katılan Vahdetî, meşrutiyetin ilânından önce yapılan “Telgrafhâne işgâli”ne de katıldı. Diyarbekir’de ayrıca Şeyh Hacı Ahmed’le tanışan Vahdetî, ondan aldığı tasavvufî tesiri Ziya Gökalp’ten edindiği felsefî kültürle birleştirdi. “Vahdetî” mahlâsını da bu yeni ruh hâli ile benimsedi. Diyarbekir’den ayrıldıktan ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten sonra İstanbul’a gelen Vahdetî, eski memurlardan olduğu ve sürüldüğü için tekrar vazifeye alınması maksadıyla Dahiliye Nezaretine başvursa da ilgi görmedi. Aynı müracaatini, gazetesini çıkardıktan sonra da tekrarladı, fakat yine reddedildi. Sürgün dönüşü, İstanbul’a gelince İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin alâkasızlığı üzerine, yeni kurulmuş olan Fedâkârânı Millet Cemiyeti’ne girdi. Ancak tutumalarını beğenmediği için, üç gün sonra ayrıldı. Kendisine verilen dört yüz kuruşu da iade etti. Ondan sonra bir daha uğramadığı bu cemiyetin, Aralık ayı başında bazı ithamlarla basılıp kapatılmasını bu sebeple tasvip ettiyse de, daha sonra ithamların asılsız olduğu ortaya çıkınca, bu yapılanı hürriyet adına tenkid etti. Vahdetî, o sırada çok rağbette olan gazeteciliğe meylederek Volkan’ı çıkarmaya başladı. Düşüncesi, bu gazetenin yayın organı olacağı bir de “Hâdimi İnsâniyet” derneği kurmaktı. Gazetenin ilk sayılarının başlığı altındaki yazı da bunu göstermektedir. Hatta gazetenin abone defterlerini de “Hâdimi İnsâniyet Cemiyeti’nin vâsıtai neşri efkârıdır” diye bastırdı. Fakat Şubat ayı başlarında, gazetelerde İstanbul’da bir Mason locasının açılması hazırlıklarının yapıldığı haberi çıktı ve aynı günlerde Vahdetî’yi gazetede ziyaret eden ve toplantılarına davet eden birkaç kişi, eskiden kurmuş oldukları “İttihâdı Muhammedî Cemiyeti”nin yayın organı olmasını ve dinsiz faaliyetlere karşı İslâm birliğini savunacaklarını söylediler. Vahdetî, Volkan’ın 5 Şubat 1909 tarihli 36. sayısında bu haberi okuyucularına duyurdu. Fakat bu şahısların itimat temin etmeyen halleri ve bazılarının eski “hafiyeler”den olduğunu öğrenmesi üzerine onlardan ayrılarak, cemiyeti kendisi sahiplendi. Gazete 17 Şubat tarihli 48. sayısından itibaren başlığının altında “İttihâdı Muhümmedî Cemiyeti’nin mürevvici efkârıdır” yazısıyla yayınlanmaya başladı. Volkan’ın yapmakta olduğu İslâmî neşriyat, dindar zümre arasında itimad kazanmasına sebep olduğu için, Vahdetî’nin kendi iradesindeki yeni İttihâdı Muhammedî Cemiyeti’ne zamanın tanınmış âlim ve şeyhlerinden katılanlar oldu. 16 Mart tarihli gazetede cemiyetin nizamnâmesi ile Merkez İdare Meclis âzalarının isimleri yayınlandı. Cemiyet 3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart (13 Nisan) vak’asından on gün önce, Ayasofya Camii’nde çok kalabalık bir cemaatin iştirâkiyle okunan mevlitten sonra resmen açıldı. Gazete bütün yazıları ile İttihâdı Muhammedî Cemiyeti’nin yayın organı olmadan önce ve sonra, hiç aşırı olmayan, daima itidal ve itaat tavsiye eden yazılarla çıkmış olmasına rağmen, zamanın siyâsî çalkantısı içinde bir tahrik unsuru gibi gösterilerek, Vahdetî 31 Mart Vak’ası’nın bir numaralı suçlusu sayıldı, Hareket Ordusu’nun yaklaşması üzerine İstanbul’u terk etti. Gebze, Sapanca, Hereke civarında gizlendi. İzmir’e gitmek üzere kiraladığı arabanın parasını borç istediği bir hemşehrisinin ihbarı üzerine 25 Mayıs’ta İzmir’de yakandı. Divanı Harb’te muhâkeme edilen Vahdetî 19 Temmuz 1909 günü asılarak öldürüldü. “Volkan”daki yazılarından başka bir eseri yoktur.